Mersin Tarihi Mekanları ve Gezilecek Yerler
Mersin Atatürk Evi - Mersin
Atatürk, eşi Latife Hanım’la birlikte 20 Ocak- 2 Şubat 1925 tarihleri arasında Mersin’i ziyaretlerinde, on bir gün boyunca bu evde Mersinlilerin konuğu olmuşlardır. Atatürk Caddesi üzerinde kentin odak noktasında yer alan yapı, 1897’de dönemin Almanya Konsolosu Bay Christman’ın Mersinli tüccar Mavromati’nin kızıyla evliliği nedeni ile konut olarak yaptırılmıştır. Mimarı bilinmeyen yapı Krisman (Krizman) Konağı olarak bilinmektedir. Bir süre Tahinci ailesinin mülkiyetinde kalan ev 1972’de Nebil Hayfavi tarafından alınmış ve 1976 yılına kadar Toros Koleji olarak hizmet vermiştir. 1976’dan sonra boş tutulan bu yapının adı, aynı yıl belediye encümeninin aldığı bir kararla Atatürk Evi olmuştur. 1980’de kamulaştırılarak 1982 yılında Kültür Bakanlığı’nın mülkiyetine geçmiştir. 12 Ekim 1992 tarihinde Atatürk Evi ve Müzesi olarak resmi açılışı yapılmıştır.
Mersin Atatürk Evi ve Müzesi dıştan düzgün kesme taş ile yapılmış, iki katlı bir yapıdır. Sivil mimarinin en iyi örneklerinden birisidir. Bahçesinde var olduğu bilinen hamama ait izler günümüzde yok olmuştur. Müzenin alt katı Fotoğraflarla ve Belgelerle Atatürk Müzesi olarak hazırlanmıştır. Burada Atatürk’ün Mersin’i ziyaretlerinde çekilen fotoğrafları, Anıtkabir Müzesi’nden getirilen yirmi iki adet kişisel eşyası sergilenmektedir. Bunlar arasında bornoz, gömlek, çatal, bıçak ve kaşık sayılabilir. Bazı eşyalar Tarsuslu Mehmet ve Belkız Akçora ailesi ile Taki Aleksioğlu’nun bağışıdır. Kahve içtiği fincan ise Erdal Akalın tarafından armağan edilmiştir. Etnografik değerlerin sergilendiği üst katta, ortada bulunan büyük bir salon ve bu salona açılan yedi oda bulunmaktadır. Bu odalardan ikisi yatak odası, birisi çalışma odası, dördü ise oturma odası olarak değerlendirilmiştir. Girişte çeşitli fotoğrafların sergilendiği Kuva-yi Milliye köşesi bulunmaktadır.
Mersin Atatürk Evi ve Müzesi ziyaret saatleri: Müze yaz döneminde 09.00-19.00, kış döneminde ise 09.00-17.00 saatleri arasında hizmet vermekte olup haftanın her günü açıktır. Girişler ücretsizdir.
Kaynak: Mersin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü
ADAMKAYALAR
Mersin‘in Erdemli ilçesinde Şeytan Deresi Vadisi’nde bulunan
Adamkayalar, sadece tarihi Kilikya Bölgesi’nde değil, dünyada da eşine
rastlanmayan arkeolojik bir miras.
Kızkalesi beldesinin 7 km kadar kuzeyinde, derin bir vadinin
dik yamacında yer alan ve 12 adet kabartmadan oluşan eserler günümüze kadar
ulaşmayı başarmış.
Bu tarihi yapılar, Akdeniz Bölgesi’nin en heyecan verici
değerleri arasında. MÖ 1 ile MS 2. yy’lar arasında yapıldığı tahmin edilen,
büyük boyuttaki insan kabartmalarına Adamkayalar ismi verilmiş.
Yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çeken bu kabartmaların
önemli kişilerin anısını yaşatmak üzere yakınları tarafından yaptırıldığı
sanılıyor.
Anadolu’nun hiçbir yerinde örneği bulunmayan bu yapı grubu,
9 niş içerisinde 11 erkek, 4 kadın, iki çocuk, bir dağ keçisi ve Roma kartalı
kabartmasından oluşuyor. Bölgenin kutsallaştırılarak, o dönemin ileri gelenleri
ya da önemli komutanlarından ailesi ve çocuklarına minnet duygusundan dolayı
yapıldığı düşünülüyor.
Yaklaşık 250 yılda yapılan insan ve hayvan figürleri
arasındaki stil değişimi rahatlıkla gözlenebiliyor. Coğrafi koşullara uygun
olarak, Kızkalesi’ni yukarıdan gören bir konuma yerleştirilen Adamkayalar
stratejik bir noktada bulunuyor.
Sahilden iç bölgelere giden vadi yollarını kontrol etmek
için kurulan yerleşimde tepenin surlarla çevrili olduğu anlaşılıyor. Helenistik
Dönem’de aynı hat boyunca çok sayıda kalenin kurulduğu bölgenin özellikle
askeri amaçlarla kullanıldığı düşünülüyor.
Akdeniz Bölgesi’nde farklı alternatiflerle tatil yapmak isteyenleri cezbeden Mersin, tarihi ve kültürel geçmişi ile de dikkat çekiyor. Farklı medeniyetlerin buluştuğu topraklarda çok sayıda antik kent ve yerleşim bulunuyor.
AKKALE (TIRTAR)
Akkale, Mersin-Silifke karayolu üzerinde Mersin'e 49 km uzaklıktadır. Geç Roma döneminde kurulmuştur. Bölgesi, İS. 72 yılında Roma imparatorluğuna bağlanınca ,Elaiussa da önem kazanarak Roma egemenliğinde erken Hıristiyanlık döneminde büyük bir gelişme göstermiştir.Denize hakim bir noktada bulunan Akkale'de 2-3 katlı bir ana yapı ve bunun doğusunda haç planlı, iki katlı küçük bir bina; güneyinde iki uzun dehliz halinde bir alt ana yapı; bir su sarnıcı, hamam yıkıntısı ve deniz kıyısında küçük bir sarnıç ve limanı bulunmaktadır. Büyük bir zeytinyağı ihraç merkezi olan Akkale'de 15.000 ton zeytinyağı alabilecek kapasitedeki sarnıç halen ayaktadır.
AKSIFAT KANYONU
Toroslar'ın zirvesinden çıkan buz gibi kar sularını
Akdeniz'e taşıyan Aksıfat Kanyonu, misafirlerine doğayla iç içe trekking yapma
imkanı sunarken, bölge son zamanlarda doğa severlerin uğrak yerleri arasında
yer almaya başladı.
Toroslar'dan başlayan 110 kilometre uzunluğundaki Aksıfat
Deresi, Mersin'in Erdemli ile Silifke ilçelerindeki mahallelerin içme ve sulama
suyu ihtiyacını karşılarken, içinden geçip, adını verdiği kanyon da macera
tutkunlarına ev sahipliği yapıyor.
Trekking gruplarının son dönemdeki gözde mekanlarından olan
kanyonda vatandaşlar, hem buz gibi suda serinlerken, hem de doğayla vakit
geçirme imkanı buluyor.
Kanyonu gezenlerin, Roma döneminden kalan 4 adet su kanalını da görme şansı var.
ALAHAN MANASTIRI
Evliya Çelebi'nin "Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor" diye anlattığı Alahan Manastırı, Mersin-Karaman karayolu üzerinde, Mut'un 20 km kuzeyinde, Geçimli köyü civarındadır. 1300 m yükseklikte ve Göksu Vadisine bakan dik bir yamaca oturtulmuştur. Hıristiyanlığın Kapadokya ve Likonya (Konya)' da yayılması sırasında bu yeni dini kabul edenlerin takibe uğraması, inanmayanlar tarafından öldürülme korkusu, Hz. İsa'ya inananları dağlık bölgelerdeki mağara kaya oyuklarında ibadete zorlamıştır. St. Paul ve yine Tarsus'ta yaşamış Hıristiyan öncülerinden Barnabas ile birlikte Hıristiyanlığı yaymak için Konya-Kapadokya ve Antalya-Antakya'ya kadar maceralı yolculuklar yapmıştır. İşte bu iki Hıristiyan Aziz'in gezileri sırasında konakladıkları her yerde anılarına mabetler yapılmıştır. Alahan Manastırı bunlardan biridir. 440-442 yıllarında yapılmış olduğu tahmin edilen Alahan Manastır Külliyesi, Batı Kilisesi, Manastır, Doğu Kilisesi, kayalara oyulmuş keşiş odacıkları ve çevredeki mezarlardan oluşmaktadır. Kilise binaları, Ayasofya Müzesi ile ortak mimari özellikleri taşımaktadır. Süslemesinde usta bir taş oymacılığı görülür. İlk kilise korint başlıkla iki dizi sütunla üç nefe ayrılmıştır. Narteksten ana mekana geçilen kapının atkı ve yan dikmeleri kabartmalarla süslüdür. St. Paul, St. Pierre figürlerinden başka bir çelengi taşıyan altışar kanatlı Cebrail, Mikail'in simgesel yaratıkları ezişi, kükreyen aslan, kartal ve öküz sembolleri, incil yazılarının tasvirleri, üzüm salkımları, asma yaprakları ve balık motifleri zengin bir şekilde tasfir edilmiştir. Kiliselerin doğusundaki geniş avlunun güneyinde dinsel törenlerin yapıldığı dehliz, 11 m. uzunluğunda kemerli ve sütunlu bir galeri şeklindedir. Galerinin ortasında kalabalık kabartma süsleme ile her yanı işli büyük bir niş bulunmaktadı.Galeride apsisli vaftizhane ve karşısında Alahan Manastırının en görkemli yapısı olan mezarlar bulunmaktadır. Bu mezarların kuzey duvarı kayaya yontulmuş, üst örtüsü yoktur. Ana nefin ortası ilginçtir. Burası paye ve sütunlara oturan dört kemerle örtülü kare planlı bir kule biçimindedir. Kule yukarıda sekizgene dönüştürülmüştür. Kapı çerçevesi süslüdür.
ANAMUR MAMURE KALESİ
1500 yıllık Mamure Kalesi Akdeniz kıyısında en iyi şekilde
korunmuş Orta Çağ kalelerinden biridir. Zafer kazanan Romalılar, Bizanslılar,
Selçuklular, Karamanoğulları ve Osmanlılar gibi farklı orduların üsluplarını
taşıyan özgün bir Orta Çağ tahkimatına sahiptir. 23.500 metrekarelik bir alanı
kaplayan kale Türkiye’nin en büyük kalelerindendir.
Mamure Kalesi, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular,
Karamanoğulları ve Osmanlılar gibi birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış bu
topraklarda insanlık tarihinin önemli aşamalarına tanıklık eder. Kale’nin
mimari ögeleri farklı uygarlıkların egemenlik dönemlerinde inşa edilmiştir. Bu
nedenle, inşa edildiği döneme özgü mimari özellikler taşır.
Savunma açısından mükemmel bir konuma sahip kale, çevresinin
saran bölgede denize hükmeder durumdadır. Gözetleme kuleleri özellikle güneyde
yer alan ana kule, kalenin görüş açısını genişletir. Kale burcunda yer alan
mazgallı siper ve kara tarafında kalenin etrafını saran hendek alanı savunma
sisteminin diğer elemanları arasındadır. Mazgallı siper ve gözetleme
kulelerinin pencereleri, kale içinden ok atışını kolaylaştıran fakat dışarıdan
gelen atışları zorlaştıran iç kısımda daha geniş olmak üzere V şeklindedir.
Karamanoğulları tarafından inşa edilmiş tek minareli cami
16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin niteliklerini yansıtır. Onarım geçiren tarihi
cami hala kullanılmaktadır. Kalenin kuzeyinde yer alan hamam yapısının da
Karamanoğulları tarafından inşa edildiği düşünülür. Hamamın giriş kısmı
yıkılmış diğer kısımları ise hala ayaktadır.
Kalenin yapılış tarihi kesin değildir. 3. ya da 4. yüzyılda
Romalılar tarafından inşa edildiği tahmin edilmektedir. 1988 yılında Anamur
Müzesi Müdürlüğü başkanlığında yürütülen kazılarda Geç Roma döneminin seçkin
kentlerinden “Ryg Monai” kentine ait mozaik taban kaplaması ortaya
çıkarılmıştır. Diğer taraftan, Kale Anamurium antik kentinin harici koruyucu
kalesi olarak da bilinmektedir.
Mersin-Antalya karayolunun yanında deniz kıyısında yer alan
kale, 3. veya 4. yüzyılda Akdeniz ve Kilikya ticaret yollarını gözetlemek için
Romalılar tarafından inşa edildi. Kale, savunma açısından son derece önemli bir
konuma sahip olması dolayısıyla Romalılardan Karamanoğullarına kadar çok sayıda
medeniyete ev sahipliği yaptı. Birçok kez saldırıya uğrayan kale, 12. yüzyılda
Kilikya Ermeni Krallığı döneminde onarıldı.
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından 1221 yılında
fethedilen kale, Selçukluların zayıflaması sonrası bölgedeki Hristiyan
birlikler tarafından kontrol altına alındı.
Bölgeyi Türklerin hakimiyetine almak isteyen Karamanoğlu
Mahmut Bey ile ordusu tarafından kuşatılan ve 14. yüzyılda yeniden kazanılan
kale, onarıldıktan sonra "Mamure" adını aldı. Mahmut Bey, kalenin
içerisine yüzyıllardır ibadete açık olan, tek minareli camiyi inşa ettirdi.
Deniz kıyısındaki 23 bin 500 metrekarelik görkemli alanıyla
ünlenen Mamure, daha sonra uzun yıllar Osmanlı Devleti'nin en önemli
kalelerinden biri olarak öne çıktı.
Bugüne kadar korunan en büyük Orta Çağ kalelerinden biri olan Mamure, masmavi deniz manzarası, 39 kulesi, kaleyi bütünüyle dolaşan burçları, zamana direnen dendanları (kalelerde askerlerin sığınıp ok attıkları yer), sarnıçları ve hamam kalıntılarıyla görenleri cezbediyor.
ANEMURİUM ANTİK KENTİ
Anemurium antik kenti 19. yüzyılda İngiliz donanmasından
Albay Francis Beaufor’un bu kıyılarda yaptığı keşif gezisiyle tanınmıştır.
1960’lı yıllarda Toronto Üniversitesi’nden Elisabeth Alföldi tarafından
başlatılan yüzey araştırmaları, daha sonra Kanada British Colombia
Üniversitesi’nden Prof. James Russel başkanlığında kazı ve restorasyon
çalışmaları şeklinde 1998 yılı sonuna kadar sürdürülmüştür.
Yapılan kazılarda çıkan buluntular arasında balıkçı
aletleri, inşaat, terzi, çömlekçi aletleri, sikkeler, kurşun mühür, kantar
ağırlığı, dokuma aletleri, anahtar, kilit, oyun ve eğlence aletleri, usturalar,
makyaj malzemeleri, kolye, küpe, bilezik, altın kemer tokaları sayılabilir.
Anemurium ’da ilk yerleşimin ne zaman başladığı
bilinmemektedir. Kentin adı bir liman listesinde geçtiği için onun İÖ 4.
yüzyılda var olduğu söylenebilmektedir. İS 1. yüzyılda gelişmeye başlayan
Commagene Krallığı’nın bir bölümü olan Anemurium ‘da Kral IV. Antiokhos ‘un sikkelerinin
basıldığı bilinmektedir. Kenti çevreleyen surlar bu dönemde yapılmıştır. Antik
kent zikzaklı sur duvarlarıyla çevrili olup, kale içindeki yerleşim tepeden
denize inen bir duvarla ikiye ayrılmıştır.
Kıbrıs’a yakın olması nedeniyle, özellikle Roma Dönemi’nde
ara istasyon konumunda olan Anemurium, karayoluyla önemli Roma kentlerinden
biri olan Germaniopolis ile bağlantılıdır. Bölgedeki doğal kaynakların ihraç
edildiği önemli bir ticaret kenti olmuştur. Şu anda ayakta kalan şehrin önemli
yapıları bu dönemden kalmadır.
Şehrin bu parlak dönemi İS 260 yılında Pers ordularının
eline geçmesiyle son bulmuştur. Anemurium daha sonra 5. yüzyılda
Isauriallılar’ın eline geçmiştir. Isaurialı Zenon döneminde şehir refaha
kavuşmuş ve bu durum 6. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu döneme ait kiliselerle
birlikte iki küçük hamam kalıntısı bulunmaktadır. 7. yüzyılda Arap akınlarına
uğrayan kent bu tarihten sonra tamamen terk edilmiştir.
Surlar 1,5 km uzunluğundaki surların inşasında yörenin mavi kireç taşı kullanılırken, Hellenistik Dönem’e ait gözetleme kulelerinde beyaz renkli taş kullanılmıştır. Tiyatro Odeon’un kuzeyinde yer alan tiyatronun yamaca dayalı oturma yerlerinden iz kalmazken, çevre duvarlarının bir kısmı görülebilmektedir. İki girişi bulunmaktadır. Girişler kemer ve tonozlarla desteklenmiştir. Odeon Tiyatronun karşısında yer alan odeon, dikdörtgen planlı ve iki girişlidir. Yarım daire şeklindeki oturma yerleri yaklaşık 900 kişiliktir. Oturma gurupları altındaki kapılar, tonozlu ve mozaikli koridora girişi sağlamaktadır. Bu koridor, orkestraya bağlanmaktadır. Yapı İS 2. yüzyıla tarihlenmektedir. Halk Hamamı Tiyatronun batısında yer almaktadır. Ören yeri içerisindeki en büyük hamam yapısıdır ve iki katlıdır. Üç ısınma holü ile iki yüzme havuzu bulunmaktadır. Alt katta tonozlu mekanlar yer alırken yapı içinde yatay künk su dağıtım sistemleri görülebilmektedir. Geometrik desenlerle bezeli taban mozaiğinden ise çok azı kalmıştır. Nekropol alanı ile deniz arasında kalan ikinci bir hamam daha bulunmaktadır. Bu hamam üç sahandan oluşmaktadır. İç mekanlarında ve ön sahanın tabanında mozaikler bulunmaktadır. Gymnasion Odeon’un güneybatısında yer almaktadır. Bütün tabanı geometrik desenlerle süslenmiş mozaiklerle kaplıdır. 100 m uzunluğunda üç tarafı stoalarla çevrili ve yaklaşık 1000 metrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Su Kemerleri Kentin kuzeyinde, doğu-batı yönlü olarak iki sıra halinde yapılmış su kemerleri yer almaktadır. Bunlardan üst sırada yer alanı daha basit tarzda inşa edilmiştir. Nekropol Alanı Anemurium ören yerine ait nekropol alanı Elaiussa-Sebaste gibi bölgede en iyi korunmuş alanlardan bir tanesidir. Yaklaşık 350 adet mezar bulunmaktadır.
ASTIM MAĞARASI
Silifke‘nin Narlıkuyu Mahallesi’nde bulunan Astım Mağarası,
Cennet Çöküğü’nün 300 m güneybatısında yer alıyor. Cennet-Cehennem Çökükleri
ile birlikte seyahat rotalarında yer alan Astım Mağarası bölgenin coğrafi
koşullarını en iyi yansıtan yerlerden.
İçine demir bir merdivenle inilen mağara, birbirine
bağlantılı uzunluğu 200 m’yi bulan galerilerden oluşuyor. Galerilerde ilginç
şekilli dev sarkıt ve dikitler görülebiliyor. Oluşumu 3. jeolojik döneme kadar
uzanan mağarada, silis minerallerinin birikmesiyle oluşan bu harika yapılar
yerli ve yabancı çok sayıda ziyaretçinin ilgisini çekiyor.
Nem oranı yazın %85, kış mevsiminde ise %95’e ulaşan Astım
Mağarası’nın astım hastalarına iyi geldiği söyleniyor. Yıl boyunca 15 derecelik
ortalama hava sıcaklığına sahip mağarada, iç aydınlatmanın yapılmış olması
görsel keyfi artırıyor.
Mağara çevresindeki ağaç ve çalılara, gelen ziyaretçiler
tarafından dilek dilemek amacıyla çaput ve bez parçaları bağlanıyor. Bu inanış
nedeniyle Astım Mağarası’na yerli halk Dilek Mağarası da diyor.
Astım Mağarasına nasıl gidilir
Mersin‘e 86 km, Silifke’ye ise 23 km uzaklıktaki Astım Mağarası’na Mersin-Antalya karayolunun Narlıkuyu kavşağından kuzeye doğru giderek ulaşılıyor. Hasanaliler Köyü’nde Cennet-Cehennem Çöküğü’ne 300 m mesafede yer alan mağaraya Narlıkuyu’dan dolmuşla ulaşmak mümkün.
GİLİNDİRE MAĞARASI AYNALIGÖL
Aynalıgöl Mağarası da denilen Gilindire Mağarası, Aydıncık
ilçesinin 7,5 km güneydoğusunda, Sancak Burnu ile Kurtini Deresi arasında yer
alıyor. Giriş ağzı denize bakan mağaraya denizden ve karadan ulaşılabiliyor.
Toplam 555 metre uzunluğu olan Gilindire Mağarası, yatay
olarak gelişmiş bir mağaradır. Akdeniz’in güzel koylarından birinin hemen
kenarında bulunan Gilindire Mağarası’nın içi, her türden damlataş oluşumları
ile kaplıdır.
Dev boyutlara ulaşan ve görünümleri son derece güzel olan bu
damlataşlar, ana galeriyi çok sayıda salon ve odaya ayırmışlardır. Bunun
yanında mağaranın sonunda bulunan büyük göl ve bu gölün kenarında yer alan ve
adacıklar oluşturan sarkıt, dikit, sütun, duvar, perde damlataşları ve mağara
iğneleri mağarayı büyüleyici bir ortama dönüştürmüşlerdir.
Ana galerinin bazı bölümlerinde yer yer yarasalar
yaşamaktadır. Ayrıca denizden ve karadan ulaşılabilen mağaranın etrafındaki
koylar, Akdeniz Fokunun yaşam alanını oluşturmaktadır. Gerek bu canlılar,
gerekse doğanın güzelliği, mağaranın önemini ve cazibesini iyice artırmaktadır.
Mağarada bulunan sarkıt-dikit gibi oluşumlar tarih boyunca
su altında kaldığından atmosferik değişimlerden etkilenmeden günümüze kadar
ulaşmıştır.
Su altında kalan oluşumların, küresel iklim değişikliği
öncesinde oluştuğu, bünyelerinde önceki buzul çağına ilişkin bütün hidrolojik
ve atmosferik verileri saklı tuttuğu anlaşılmıştır. Gilindire Mağarası, bu
özellikleriyle yaşanmış son iklim değişikliğine ilişkin, Doğu Akdeniz’de
bulunan tek kayıt noktasıdır. Bu özellikleri nedeniyle mağara yerbilimciler
tarafından eşsiz olarak kabul edilir ve bir laboratuvar niteliğindedir. Mağara
turizm açısından da değerlendirilebilir olması nedeniyle 2013 yılında milli
parklar kanunu kapsamında “Gilindire mağarası tabiat anıtı” adıyla tescil
edilmiştir.
Gilindire Mağarası’nın bir diğer özelliği de antik dönemde
biliniyor olması. Mağarada bulunan tatlı sudan faydalanmak isteyen ve bulunduğu
yerdeki küçük limana demirleyen gemilerden kaldığı düşünülen geç neolitik
döneme ait seramik buluntuları mağaranın eski dönemlerde kullanıldığını
gösteriyor.
Gilindire Mağarası çok değil, bundan 8 – 10 sene önce bir çoban tarafından tesadüfen keşfedilmiş. Aydıncık’ın denize dik inen kayalık yamaçlarında keçilerinin peşinde dolanan bir çoban, yakıcı Akdeniz güneşinden saklanacak bir kovuk ararken, bir kirpi fark eder. Kirpi, çalılıkların arasından geçip kayalıkların arasında gözden kaybolur. Kirpinin nereye kaybolduğunu merak eden çoban onu izler ve bir insanın ancak geçebileceği kaya deliğinden geçerek mağara ağzına adım atar. Aynı zamanda Aydıncık bölgesinin çok önemli bir doğal mirasını keşfetmiştir.
CENNET VE CEHENNEM ÇÖKÜKLERİ
cennet ve Cehennem Çökükleri, doğal yollarla oluşmuş Silifke
Narlıkuyu yakınlarında bulunan tarihi ve turistik mağaralardır.
Yaklaşık 110 metre derinliğine sahip olan Cehennem çukuru,
karstik (aşınıma karşı dirençsiz, kolay eriyebilen) kayaların; yeraltı akarsuyunun, yine açmış olduğu bir
yeraltı mağara sistemi tavanını aşındırıp, çökmesiyle oluşmuş. Obruğun
tabanından, batıdaki Cennet obruğunun altına yönelen bir yeraltı akarsuyu geçiyor.
Cehennem çukurunun ağız çember çapları 50 m ve 75 m,
derinliği 110 metre. Kenarları içbükey olduğu için içerisine inmek mümkün
değil. Cennet çöküğüne göre daha dar ve dik olmasından dolayı tabanına
inilemiyor. Ancak özel dağcı ipi veya esnek merdivenle inip çıkmak mümkün.
Cehennem çukurunun yaklaşık 200 metre güneybatısında yer
alan Cennet obruğu bir yeraltı deresinin yol açtığı kimyasal erozyonun
etkisiyle tavanın çökmesi sonucu meydana gelmiş büyük bir çukur.
Elips biçimindeki ağız kısmı çapları 250 ve 110 metre olup
derinliği 70 metre. Çökük tabanının güney ucunda 200 m. uzunluğunda ve en derin
noktası 135 m. olan büyük bir mağara girişi ve bu mağaranın ağzında küçük bir
kilise var.
Cennet çöküğünün içine her biri oldukça geniş 452 basamaklı
taş bir merdivenle iniliyor. Epey bir merdiven inildikten sonra kiliseye
varılıyor. Kilisenin giriş kapısı üzerindeki dört satırlık kitabede, bu
kilisenin V. yüzyılda Aziz Paulus adında bir kişi tarafından Meryem Ana’ya
ithafen yaptırılmış olduğu yazıyor.
Bölgeyi ziyaret eden Hıristiyanların ilgisini daha çok çeken
Meryem Ana Kilisesi’nin çatısının bulunmaması ilginç bir özellik. Kiliseden
sonraki mağaranın bitim noktasında bir yeraltı deresinin sesi duyuluyor. Cennet
mağarasının bitimine yakın bir yerdeyse Hellenistik dönemden kalma bir Zeus
Tapınağı olduğu belirtiliyor. Merdivenli yolun da bu dönemden kaldığı
sanılıyor.
Antik Yunan Çağı efsanelerinden Typhon'un yaşadığı yer
Mitolojiye göre Zeus, alevler kusan yüz başlı ejderha Typhon’u buradaki bir kavgada yendikten sonra, onu Etna Yanardağı’nın altına sonsuza dek kapatmadan önce bir süre Cehennem çukurunda hapsetmiş.
ELAİUSSA- SEBASTE
Silifke-Mersin karayolu üzerinde Mersin'e 52 km. uzaklıktaki
Ayaş (Merdivenlikuyu) da yer almaktadır. Şehir İÖ II. yüzyıl sonlarında
kurulmuştur. Strabon'a göre, bu şehrin bir bölümü kara parçasında bir bölümü de
karşı taraftaki adanın üzerinde yer almakta olup, bu antik kent Elaiussa ve
Sebasta kentlerinin birleşmesi ile meydana gelmiştir. Elaiussa daha eskidir. İÖ
41 yılında Antious tarafından Kapadokya Kralı olarak atanan ve İÖ 20 yılında
Elaiussa'nın çevresinde bulunan dağlık Kilikya'yı Augustus'tan almış olan kara
parçası haline gelince kent eski önemini yitirmiştir.
Eski adının tepesi ile batı yamacı ve adanın birleştiği kara parçası kumla kaplıdır. Kumların altında Kral Archelaos'tan önceki zamanlara ait çeşitli tarihi eserler bulunmaktadır. Bunlar iyi korunmuş 5 nefli Bazilika, tiyatronun caveası (Theatron oyuğu), su kemerleri, kilise kalıntıları, zeytinyağı ve su sarnıçları, iki mermer sütunlu saray saray kapısı, bu kapının 50 m. kuzeyinde çeşitli hayvan resimlerini içeren döşeme mozaikli Jüpiter tapınağıdır. Jüpiter tapınağı 612 sütunlu bir Roma mabedi olup, erken Hıristyanlık döneminde (5. Yüzyıl) kiliseye çevrilmiştir. Şehrin mezarlığı (Nekropal), doğu ve kuzeydedir. Burada antik bir yolun iki yanında taş lahit ve mezarlar vardır. Bir lahit'in üzerindeki yazıt şöyledir: "Hijinos'nun oğlu Plütinos, sağlığında Sebaste mezarlığında kızı için bir lahit yaptırdı. Öldükten sonra oraya yalnız kızı gömülecektir. Eğer başka biri gömülürse bu kişinin ailesi Maliyeye 600, belediyeye 300 dinar ödeyecektir." İki katlı bir anıt mezarın cephesindeki kabartmada ortada kanatlarını açmış bir kartal, ayaklarının altında bir yılan, kartalın sağ ve solunda zincirle bağlanmış birer çocuk ve çocukları birer kolları zincirlidir. Aynı zincir üzerinde birbirine bakan iki aslan vardır. Bu yapıtların hepsi Roma devrine aittir.
ESHAB-I KEHF MAĞARASI
Mersin‘in Tarsus ilçesinde bulunan Eshab-ı Kehf Mağarası,
Yedi Uyurlar İnanışı’nın en önemli merkezlerinden biri. Tarsus’un 12 km
kuzeyindeki Dedeler Köyü’nde, Encülüs Dağı eteklerinde bulunan mağara, hem
Hristiyanlar hem de Müslümanlar tarafından kutsal kabul ediliyor.
Dünya üzerinde Kuran’ı Kerim’de bahsedilen Yedi Uyurlara ait
olduğu belirtilen 33 mağara var. Bu 33 mağaradan biri olan Eshab-ı Kehf’e,
Tarsus’ta
Doğal bir çöküntünün mağara şeklini aldığı Eshab-ı Kehf’e 15
basamaklı bir merdiven aracılığı ile ulaşılıyor. Mağaranın hemen üzerinde 1873
senesinde Sultan Abdulaziz tarafından yaptırılan bir cami bulunuyor. Sonraki
yıllarda eklenen üç şerefeli minaresi ile cami hala ayakta.
Yedi uyurlar olarak bilinen hikâyesi olan Ashab-ı Kehf’in, tam olarak nerede bulunduğuyla
ilgili kesin bir bilgi yok. Bugün dünyanın bazı şehirlerde ve Türkiye’de de Tarsus, Afşin, Efes ve
Lice’de bulunduğu
dair bir takım iddialar var.
Çok tanrılı dönemde, tek tanrıya inandıkları için eziyete
uğramaktan korkup, kaçan Hristiyan 7 genç (Yemliha, Mekseline, Mislina, Mernuş,
Sazenuş, Debrenuş ve Kefeştetayuş) köpekleriyle birlikte Eshab-ı Kehf
Mağarası’na saklanır.
Mucizevi bir şekilde taş kesilerek, 300 yıllık bir uykuya
dalan gençler uyandıklarında her şeyin değiştiğini fark eder. İçlerinden biri
yiyecek bir şeyler almak için şehre gider. Elindeki eski paradan şüphelenen
biri nereden geldiğini sorarak mağaraya kadar peşinden gelir.
Mağaraya geldiklerinde 7 yavru kuştan başka bir şey
görünmez. Yedi Uyurlar Mağarası olarak da anılan bu mağaranın hikayesi dilden
dile dolaşır.
Eshab-ı Kehf ile ilgili günümüze ulaşan çok sayıda bilgi,
belge ve söylence bulunuyor. Olay bugün değişik şekillerde anlatılsa da özünde
aynı bilgiler bulunuyor. Arap kaynakları ve Hristiyanlıkla ilgili söylencelerin
yanı sıra mağara Kuran-ı Kerim’in Kehf Suresi’nin 9-26. ayetlerinde
anlatılıyor.
Kuran’da Allah’a inanan ve yaşadıkları dönemin zalim
kralından kaçan Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş ve
Kefeştatayyuş 7 genç ile köpekleri Kıtmir’in 309 yıl boyunca uyuduğu ifade
ediliyor. Arapça’da ‘Eshab’ sahip, dost anlamına gelirken, ‘Kehf’ ise dağlarda
oyulmuş ev gibi yerler için kullanılıyor.
Efsanenin değişik versiyonları da bulunuyor. Hükümdarlar,
mekanlar ve uykuda kalınan süre efsanenin geçtiği mekanlara göre farklılık
gösteriyor.
Örneğin kimi
Hıristiyan rivayetlerine göre, bir Pagan Roma hükümdarı, Hırıstiyanlığı yok
etmek için inananları öldürmeye başlayınca, Hz. İsa’nın yoluna baş koyan asil
bir aileden gelen 7 kardeş kaçarak ve bir mağarayla sığınır. Zalim hükümdar
mağaranın kapısını açılmayacak şekilde kapatır ve onları oraya kıstırır.
İnanç ve kültür turizminde önemli bir potansiyeli barındıran Tarsus’un en önemli değerlerinden biri olan Eshab-ı Kehf Mağarası, yılın her dönemi çok sayıda ziyaretçiyi ağırlıyor. Tarsus gezilecek yerler arasında bilinirlik açısından bir adım öne çıkan mağara, Mersin’in de en önemli çekim merkezlerinden biri.
ILISU ŞELALESİ
Mersin ilinin Gülnar ilçesinde Ilısu köyünde bulunan Ilısu
Şelalesi yüksek debili bir suya sahip olup 70 metre yükseklikten dökülerek
inanılmaz bir görüntü oluşturmaktadır.
Serin havaya sahip olan Ilısu Şelalesi yazın bunaltıcı sıcaklarından kaçanların uğrak yerlerindendir. Yeşillikler içinde doğa harikası bir güzellik oluşturan Ilısu Şelalesi’nde birbirinden güzel doğa fotoğrafları çekebilirsiniz. Ayrıca şelalenin çevresinde bulunan piknik alanlarında piknik yapabilirsiniz.
KAYACI VADİSİ
Kayacı vadisi, Erdemli ilçesine bağlı Limonlu’ nun kuzeyinde
ve kasabaya 15 km uzaklıktadır. Vadi içinde akan Limonlu Çayı 130 km
uzunluğunda ve Orta Toroslar’dan doğup Akdeniz’e dökülüyor. Romalılar bu su
sayesinde Korykos (Kızkalesi) kentini 450 yıl egemenlikleri altında tutmayı
başarmıslardır.
Kayacı Vadisi’nde kurulan piknik yerleri özellikle yaz aylarında ADANA ve MERSİN’ in gürültü ve stresinden kurtulmak isteyenlerin akın ettiği bir mekan.
Akdeniz havzası eski dönemlerde ticaretin en fazla yapıldığı
yerlerden biriydi. Bu yüzden Bedestenler, Anadolu’da şehirlerdeki ticarî
hayatın merkezi binası hükmündeydi. Öyle ki ünlü gezginimiz Evliya Çelebi
seyahatnamesinde Osmanlı şehirlerini “Bedestenli şehirler” ve “Bedesteni
olmayan şehirler” olmak üzere iki bölüme ayırmıştı.
Osmanlı döneminde ticari hayatın kalbi durumunda olan
bedestenlerin birçoğunun bugünkü durumları pek iç açıcı olmasa da Kırkkaşık
Bedesteni‘nin gayet iyi durumda
Kendine has mimari yapıları ile ticaret amacı ile kullanılan
bedestenler gezmekten keyif aldığım yerler. Tarihin her döneminde kültürlerin
kesiştiği noktada yer alan Tarsus’un en önemli yapılarından biri de Kırkkaşık
Bedesten
Tarsus gezilecek yerler arasında bulunan bedestenin geçmişi
1579 yılına kadar uzanıyor. Coğrafi konumu nedeniyle önemli bir ticari ve
siyasi merkez olan Tarsus’ta, Ramazanoğulları Beyliği’nden İbrahim Bey
tarafından yaptırılan bedesten, ilk dönemlerinde aşevi olarak kullanılsa da
cumhuriyet dönemi ile birlikte kapalı çarşıya dönüşmüş.
Ulu Cami, Yeni Hamam, Kubatpaşa Medresesi
Külliyesi’nin bir parçasıydı
Bir dönem Beyaz Çarşı olarak anılan Kırkkaşık Bedesteni,
ismini yapının dış cephesindeki kaşık süslemelerinden alıyor. Kesme taştan
yapılan dikdörtgen planlı binaya doğu ve batı olmak üzere iki kapıdan
giriliyor. 21 oda ve 7 kubbeden oluşan yapının dış cephesindeki 2 kule oda ve
batı yönündeki 2 odayı da ekleyince toplam oda sayısı 25’e ulaşıyor.
Tarsus Belediyesi tarafından Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden
kiralanarak 2004 senesinde restore ettirilen yapı, 2005’te Tarihi Kentler
Birliği “Proje Yarışma Ödülü”nü alma başarısını göstermiş.
Bedestendeki dükkanları kiraya vererek, 7 Mart 2007
tarihinde resmi açılışı gerçekleştiren Tarsus Belediyesi, ilçenin turizm
alanında gelişmesi hedefini sürdürüyor. Bu hedef doğrultusunda bedestenin
ilçenin tanıtımında önemli bir yeri olduğunu söylemek mümkün.
Çay veya kahve içebileceğiniz nefis bir mekan
Kırk Kaşık Bedesteni’nde yer alan şahmeran konulu hediyelik
eşyalardan alın
Bedesteni ziyaret edenler, dükkanlarda başta yöresel el
sanatlarına ait seramik, ahşap, bakır, gümüş, deri, dokuma turistik hediyelik
ürünler olmak üzere, yerel lezzetlerin sunulduğu yiyecek ve içecekler buluyor,
kent tarihine tanıklık edebiliyor. Tarsus kültüründe önemli bir yeri olan
Şahmeran efsanesi ile ilgili eşyaları buradan almak mümkün.
Osmanlı zamanında ticarî açıdan çok önemli rol oynamış birçok bedesten bugün yok olmuştur durumda ve çok azı hala ayakta. Tarsus’a yolunuz düştüğünde Kırkkaşık Bedesteni’ne uğrayın, alışveriş yapın, bir çayı için, eskiyi hayal edin.
KLEOPATRA KAPISI
Bizans Döneminde inşa edilen kent surlarının Dağ Kapısı,
Adana Kapısı ve Deniz Kapısı bulunuyordu. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde
Tarsus'u anlatırken bu kapı için İskele kapısı ismini takmıştır.Kapının
yapımında Horasan harcı kullanılmıştır. Kapının kenarı at nalı şeklinde ve
yerden yüksekliği 6.17 m, derinliği ise 6.18 m. dir. Tarsus'un 18. Yüzyıl
sonlarına kadar oldukça sağlam üç kapılı surları, 1835 yılında Mısırlı İbrahim
Paşa tarafından yıktırılmış ve sadece iki ayak üzerinde tek kemerli deniz
kapısı kalmıştır. Mısır'ın ünül kraliçesi Kleopatra'nın sevgilisi Romalı
General Antonius ile Tarsus'da buluşmak üzere geldiklerinde, o zamanın limanı
olan Gözlü Kule'de büyük bir törenle karşılanmışlar ve Deniz Kapısından şehre
geldiği söylenir. Bu nedenle Deniz Kapısına Kleopatra Kapısı da denir
KORYKOS KIZKALESİ
KORYKOS
Mersin-Erdemli-Silifke karayolunun 60. km'sinde Kızkalesi
Mahallesindedir. Roma ve Bizans dönemlerinde yoğun olmak üzere, İslami
devirlerde de iskan görmüştür. Nekropol alanından çıkarılan eserlerden burada
ilk yerleşimin MÖ 4. yüzyıla ait olduğu anlaşılmıştır. MÖ 1. yüzyılda kendi
adına sikke darbettirmiştir. Herodot bu kenti Gorges adında Kıbrıslı bir
prensin kurduğunu yazar. Korykos, Kilikya bölgesinin bir liman kenti olduğundan
çok el değiştirmiştir. MÖ 4. yüzyılın sonunda Seleukhos Nikador Silifke kentini
kurduğunda, Korykos'u yönetimi altına almıştır. Kent, MS 72 yılında Roma
egemenliğine girmiş ve 450 yıl Roma yönetimine bağlı kalmış, bu dönemde tarım
alanında büyük bir gelişme göstererek zeytinyağı ihraç merkezi olmuştur.
Bizanslılar zamanında Arap istilalarına karşı etrafı
kuvvetli surlarla çevrilmiştir. 13. yüzyılda Kilikya Ermeni Krallıkları
döneminde önemli bir ticaret limanı olmuş, Ceneviz ve Venedik gemilerinin uğrak
limanı durumuna gelmiştir. Korykos 1448 yılında Karamanoğlu İbrahim Bey
tarafından ele geçirilerek, yeniden imar edilmiştir.
Örenyerinde iç ve dış kale kiliseler, sarnıçlar, su
kemerleri, kaya mezarları, lahitler ve taş döşemeli Roma yolları kısmen ayakta
dır. Adını, adadaki kaleden almaktadır.
Kare planlı kale, iç içe iki sıra surdan oluşmaktadır.
Etrafı hendekle çevrilmiştir. Kaleye giriş bugün mevcut olmayan hareketli bir
köprüyle sağlanmakta idi. Bugünkü haliyle kale, tipik Orta Çağ mimari özelliklerini
yansıtmaktadır.
Kızkalesi
Mersin’in 60 km. güneybatısında, Kızkalesi Mahallesinde yer
almaktadır. Silifkeye olan uzaklığı ise 25 km kadardır. Herodotos’a göre kent,
Korykos (Gorgos?)adında Kıbrıslı bir prens tarafından kurulmuştur. Korykos
adına ise İÖ. 1. yüzyıl başlarında Seleukos kralı IV. Anthiokos’un ölümünden
sonra çıkan karışıklıklardan yararlanarak bağımsızlığını ilan ettiği sıradaki
sikkelerin üzerinde rastlanmıştır. Kuzeydoğudan güneybatıya değin limanı da
kapsayan, doğuda Elaiussa- Sebaste’ye, batıda Cennet-Cehenneme kadar uzanan bu
yerleşimle ilgili en erken bilgiler Hellenistik Dönem’e aittir. Bu dönemde ana
kaya üzerine kurulmuş poligonal örgülü duvar işçiliği taşıyan mekanlar
görülebilmektedir. Bir müddet Mısırlılar’ın eline geçen Korykos, III. Anthiokos
zamanında İÖ. 197 yılında Mısırlılar’dan geri alınmıştır.
İÖ. 80’de Roma egemenliği altına girmiş, İÖ. 20’de
Kappadokia kralı Arkhelaos’un eline geçmiştir. Roma ve onu izleyen Bizans
egemenliği sırasında büyük bir liman kenti olmuştur.
İÖ. 2. yüzyıldan beri bilinen bir Polis (şehir,kent) ,İS. 3.
yüzyılda ise Sebaste’ye bağlanan bir Kome (köy) olmuştur. Daha sonra I. Shapur
döneminde Sasaniler’in yıkımı ile karşı karşıya kalmıştır.
Bu dönemden sonra tekrar canlanan Korykos’un bu durumu daha
çok anıtlarda gözlenmektedir. 5. yüzyılda Hierokles kente bir düzenleme
getirmiştir. Böylece başkenti Tarsus olan Kilikia I’in kentleri arasında
Korykos’ta yer almıştır. 479 yılında Korykos ve Sebaste’ye Isaurialılar hakim
olur.
6. yüzyılda Antakya patrikliğine bağlı Tarsus’un altında yer
alan Korykos, Tarsus’a bağlı bir piskoposluk, 1136-1394 yılları arasında da
Latin başpiskoposluğu olmuştur. Tanınan piskopos isimleri arasında Germanus
(İ.S.381), Salustios (431), Iohaninus ( 680-681-690) sayılabilir. Bir yazıda
ise piskopos Indakos ( 516-518) ismine rastlanmıştır. Korykos’ta 5. ve 6.
yüzyıllara tarihlenen çok sayıda yazıt bulunmaktadır. Bu yazıtlarda hem
mesleklere ait bilgiler hem de Hıristiyan olduklarına dair bilgiler
edinilebilmektedir. Bu yazıtlardan yine Kızkalesi’nin önemli bir liman olduğu,
burada çalışan işçilerin varlığı, onların zaman zaman komşu Korasion’a giderek
ticaret yaptıkları anlaşılmaktadır. Korykos 690-91 yıllarında hala Kilikia I
Eyaletine bağlıdır. 7. yüzyıl başında Sasani, yüzyıl sonunda ise Araplar’ın
eline geçmiştir. 9-10. yüzyıllarda Seleukeia Tema’sına ait olmuştur. Adı 10.
yüzyılda Arap initerarı içerisinde Korasion’la birlikte, “Qurqos” olarak
geçmektedir.
1099 yılında gelişmelerin yeniden başladığı gözlenmektedir.
Bu yılda İmparator I. Alexion, Mimar Megas Drungarios Eustatias’a karadaki
kaleyi yaptırmıştır. Aynı mimar Silifke Kalesi’nide yapmıştır. Her iki kalede
İstanbul’dan kutsal topraklara deniz yolu ile gitmek isteyenler için birer
konaklama yeri olarak kullanılmıştır. 12.yüzyılın başlarında Küçük Ermeni
prensi I. Constantin buraya hakim olmuştur. 1137’de tekrar Bizanslılar’ın eline
geçmiştir. 1163 yılında tekrar Küçük Ermeni Krallığı olur. 1191 yılında Fransa
kralı Philip Hac’dan dönerken buraya uğramıştır. Korykos’ta 1267 yılında
Cenevizliler’in bir ticaret gemisi saldırıya uğrayınca Ermeni Krallığı ile
Cenevizlilerin arası açılmış 1271’de tekrar iyişleşme görülmüştür. 1275 yılında
Memlük sultanı Baybars döneminde safranın üretildiği bir yer olarakta çok
önemlidir.
Hetum hanedanından Korykos’un son beyi Osin 1329 yılında
öldürülünce IV. Leon’un egemenliğine girmiştir. Bu da öldükten sonra 1361’de
bir ara Karamanoğulları’nın baskısıyla karşılaşan Korykos halkı Kıbrıs
Krallığı’ndan yardım istemiş ve Kıbrıs’ın himayesine girmiştir. 1375’te
Kıbrıs’ta bulunan Lusignanlar her zaman Korykos bağlantılı olmuşlardır. 1448’te
de Karamanoğlu II. İbrahim tarafından fetih edilmiş, 1473-74’de Osmanlılar’ın
eline geçmiş ve zamanla önemini kaybetmiştir. Cem Sultan 1482 yılında Temmuz
ayında Rodos şövalyelerinin yolladığı gemiye binmeden önce Mersin’den buraya
gelmiş,Kızkalesinde kalmış, Anamur üzerinden de İtalya’ya gitmiştir.
Ören yeri içerisindeki kalıntılar:
Kara Kalesi:
Korykos Kalesi yapılırken genelde Roma Dönemi mimari parçaları
devşirme olarak kullanıldığı için Ermeni işçiliği çok az görülebilmektedir.
Kale çeşitli düzenlemeler ve eklemelerden sonra bugünkü haline 13. yüzyılın
ortalarında gelmiştir. Aynı merkezli iki sıra surdan oluşmuştur. Dış sur daha
geç inşa edilmiş olmalıdır. İç surların kapladığı alanın avlusunda üç kilise
bulunmaktadır. Yine burada bulunan bir kapının üzerinde haç kabartması vardır.
Yanı sıra sarnıçlar ve kare planlı bir yapı görülmektedir. Kalenin doğusunda
malzeme olarak küçük kesme taşın kullanıldığı geniş bir mezar vardır. Kalenin
doğusunda ana kaya kesilerek oluşturulmuş büyük bir hendek bulunmaktadır.
Liman:
Korykos örenyerine ait kalıntılar arasında en
önceliklilerden birisi limandır. Korykos limanıda Sebaste ve Aigaiai gibi
Suriye donanması tarafından kullanılmıştır.
Nekropol Alanı:
Hellenistik Dönem’e ait nekropol alanı limanın hemen
karşısındadır ve bu alan Erken Bizans Dönemi’nde genişlemiştir. Ancak Sebaste
ve Kanlıdivane ile karşılaştırıldığında Anıt Mezar daha azdır. Bazı mezar
yapılarının taşları, kıyıdaki kale yapıldığı sırada sökülüp kullanılmıştır.
Lahitlerin yanı sıra kaya mezarlarda bulunmaktadır. Kahmasorion tipte
lahitlerde vardır.
Sur kalıntıları:
Korykos’a ait sikkelerde Tyche’nin başında duvarlı kent
surları tasvir edilmiştir. Bunlar İ.Ö. 1.-İ.S. 1. yüzyıllarda var olan kent
surlarını gösteriyor olmalıdır. Bu erken dönemdeki kent surunun kalıntıları
bugün rahatlıkla görülememektedir. Yeni kent suru ilk olarak İ.S. 4. yüzyılın
sonunda yapılmıştır ve bu sur nekropol alanını da içine almaktadır.
Kiliseler:
Korykos yerleşiminin kuzeyinde Katedral dışındaki Mezar
Kilisesi, Büyük Kilise ve Transept Planlı Kilise bir tören yolunun güney
tarafına art arda yapılmışlardır. Bunlardan Mezar Kilisesi naosun ortasındaki
merkezi vurgulamasıyla Erken Hıristiyan mimarisi içinde özel bir yere sahiptir.
Katedral ve Büyük Kilise bazilikal planlı, diğeri ise transept planlı olan ve
aynı isimle anılan tüm kiliselerin ortak özellikleri küçük düzgün kesme taş
kullanılarak yapılmış olmalarıdır. Diğer kiliselerde doğu duvarı içine alınan
bema ve yan odalar, Transept Planlı Kilise’de doğuya doğru devam etmiştir.
Farklı dönem eklemeleriyle Manastır Kilisesi de dikkat çekicidir. Bu kiliseler
genel olarak İ.S. 5. ve 6. yüzyıllara tarihlendirilmektedirler. Yayınlarda
kentin dışında da dini yapıların olduğundan bahsedilmektedir.
Diğer yapı kalıntıları:
Roma İmparatorluk Dönemi’nde kentte meydana gelen gelişme
kendini yapılarda da gösterir. Tapınak kalıntıları, Sütunlu Cadde, üç adet
hamam bu yapılar arasındadır. Roma İmparatorluk Dönemi’nden beri Sebaste ile
bağlantısı olan Lamas su yolu Erken Bizans’ta da kullanılmıştır ve kentin
güneyinde yer alan ve yapımında eski mezar taşları kullanılan 5.ve 6.
yüzyıllara tarihlenen büyük, üstü açık sarnıça su bu şekilde ulaşmıştır.
Mimari olarak 5. ve 6. yüzyıllara tarihlenen evlerde vardır.
Kentte kiliseler dışında bir hastane ve düşkünler evininde olduğundan
bahsedilmektedir. 7. ve 10. yüzyıl arasında Arap hakimiyeti nedeniyle mimari
anlamda fazla bir bilgi elde edilememektedir.Yapı kalıntıları bakımından
yörenin en geniş ve en önemli arkeolojik sitidir.
Kızkalesi(Deniz Kalesi)
Mahallenin adını aldığı ve Deniz Kalesi olarak da anılan
Kızkalesi, küçük bir adacığın üzerinde kurulmuştur. Kıyıya uzaklığı
bulunduğunuz yere göre değişmekle birlikte ortalama 300-600 m kadardır. Burada
bulunan bir yazıttan 1199 yılında I. Leon tarafından yaptırılmış olduğunu
öğreniyoruz. 1361’de Kıbrıs Krallığı tarafından zapt edilmiştir. Strabon , Roma
Dönemi’nde korsanların burasını barınak olarak kullandıklarından
bahsetmektedir. Bu kalede Bizans ve Ermeniler tarafından karadaki kale kadar
önemsenmiştir.
Kızkalesi
Kalenin girişi kuzeydedir. Burada da devşirme malzeme
kullanılmıştır. Yine zaman zaman moloz taşların kullanıldığı yerler büyük bir
olasılıkla Lusignanlar dönemine ait olmalıdır. 192 m uzunluğundaki mazgal
delikleri açılmış kale suru üzerine 8 tane üçgen, dörtgen ve yuvarlak biçiminde
burçlar oturtulmuştur. Batıdaki sur boyunca uzanan iyi korunmuş bir galeri ile
buradan denize açılan bir kapı bulunmaktadır.
Mersin Müzesi tarafından yapılan temizlik kazısı sırasında
kalenin orta alanında bir yapı kompleksi ortaya çıkarılmıştır. Bu yapı
kompleksi içerisinde bir şapel bulunmaktadır. Yapı topluluğu ile müşterek plan
veren bu şapelin, kalenin avlusunda bulunan diğer şapelden daha eski olduğu
anlaşılmıştır. Ayrıca tabanda mozaiklerin yanı sıra opus sectile zemin döşemesi
de uygulanmıştır. Çevresindeki odalar orta mekandaki salona açılmaktadır ve
kare planlı odaların zemini kuzeye doğru yükselmektedir. Taban mozaiği üzerinde
yuvarlak saç örgüsü içinde beş satır yazı ve alanın batı köşesindeki revak
üzerinde de başka bir yazıt bulunmaktadır. Ancak yazıtların sayısı daha
fazladır. Kale avlusu içerisinde sarnıçlar ve işliklerde yer almaktadır.
Kızkalesi’nin farklı yerler içinde anlatılan (İstanbul-Kız
Kulesi) bir de söylencesi vardır: “ Vaktiyle bir kral varmış. Çok sevdiği tek
kızının geleceğini öğrenmek için bir falcıya danışmış. Kızının yılan tarafından
sokularak öleceğini öğrenince , Prenses için bu kaleyi yaptırmış. Böylece onun
can güvencesini sağladığını zanneden kral, bir gün kızına bir sepet üzüm
göndermiş. Ne var ki sepette gizlenen yılan kızı sokarak öldürmüş.
KÖŞEKBÜKÜ MAĞARASI-MERSİN
Coğrafi Konum ve Ulaşım:
Anamur İlçesi’nin 9 km. kuzeybatısında, Ovabaşı
Mahallesi’nde yer almaktadır.
Mağara 500 m²’lik alana sahiptir. Mağaranın 2000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Mağaranın astım hastalığına iyi geldiği bilinmektedir. Nem oranı % 80, hacim basıncı 762 mm. ve sıcaklığın 18 ºC olduğu Köşekbükü Mağarası 3 bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümünün adı Huzur, ikinci bölümünün adı Şifa, üçüncü bölümünün adı Dilek’tir. Birinci bölümde basınç; 761.5 mm., ikinci bölümde basınç 760 mm., sıcaklık 18 ºC, rutubet % 80'dir. Üçüncü bölümde basınç 762 mm. olup, sıcaklık 18.2 ºC, rutubet % 82'dir.
MEZGİT KALE
Mersin'in Silifke ilçesinde bulunan Mezgit Kale
Susanoğlu’nun içinden kuzeye doğru giden yolun 10. Kilometresinde Paslı’ya
ulaşılır. Paslı’da Roma dönemine ait çok sayıda ev, sarnıç ve mezar kalıntıları
ile bir nekropol görülebilir.
Paslı’nın 3 km doğusunda, bir küçük tepe üzerinde, Korkusuz
Kral Anıtmezarı vardır. Yöre halkı tarafından Mezgit Kale olarak bilinen, İ.S.
II. yy veya III. yy Roma dönemine ait bu anıtmezar oldukça iyi korunmuş
durumdadır.
Akdeniz’e bakan anıtmezar 7.80 m ebadında olup, ön
kısmındaki Korint tarzında başlıklı sütunların ortasında konsollar vardır. Bu
konsollardan ortadaki ikisi üzerinde bulunan ayak oyuklarından zamanında
mezarın heykeller taşıdığını anlıyoruz. Aynı konsol tipleri asıl mezar odasında
da dört tane olarak görülür. Anıtmezarın arka pedimentinde ortada bir kalkan;
iki yanında kılıç ve akrep rölyefleri vardır.
Mezaranıtın en önemli özelliği öndeki podyumun yan duvar taşı üzerine yontulmuş fallus kabartmasıdır. Fallus, döl ve dirim tanrısı Priapos mitini çağrıştırmaktadır. Anıtmezar civarındaki 5x20x8 m ölçülerindeki kayadan kesme bir sarnıç ve zeytinyağı çıkarmada kullanılan dev taş silindirler görülebilecek diğer kalıntılardır.
OLBA ANTİK KENTİ
Olba Antik Kenti, Mersin‘in Silifke ilçesine bağlı
Örenköy’de bulunuyor. Antik dönemde Olba Krallığı‘nın merkezi ve önemli bir
ticaret kenti olan Olba, aynı zamanda dini açıdan da önemini korumayı başarmış.
Mersin’de ne yana bakarsanız geçmişi binlerce yıl öncesine
giden antik kentler, ören yerleri ve kalıntılar görüyorsunuz. Bunların bir
çoğunda hiç mi hiç haberimiz dahi yok,
oysa bunların her biri görmeye değer antik miraslar.
Antik şehirdeki kültür varlıklarıyla ilgili ilk incelemeler
1930’lu yıllarda gerçekleştirilmiş. J. Keil ve A. Wilhelm’in bilim dünyasına
sunduğu yayınlarda yerleşim merkezinin topografik planı, anıtların ve mezarlık
alanlarının tanımları ortaya çıkarılmış.
Alandaki sistemli arkeolojik araştırma ve kazı çalışmaları
ise önce Mersin Üniversitesi daha sonra Gazi Üniversitesi adına Prof. Dr. Emel
Erten başkanlığındaki ekiple, 2001 yılından bu yana sürdürülüyor.
Kentte bu güne kadar ortaya çıkarılan arkeolojik veriler,
yerleşim merkezinde yaşanan evreleri Helenleşme, Romalılaşma ve Hristiyanlaşma
şeklinde açıklıyor. Erken Hristiyanlık Dönemi yazılı belgelerinde psikoposluk
merkezi olarak geçen Olba’nın, inananlar için önemi büyük.
Helenistik Dönem’de çevresi surlarla çevrili bir akropolis
yerleşimi olan Olba’da bugün bu tepe çevresinde sur izlerine hala rastlanıyor.
Roma Dönemi’nde savunma sistemini yenileme amacıyla bakıma alınan surların yeni
eklentilerle büyütüldüğü de biliniyor.
Antik kentin en önemli yapı ve anıtları Roma
İmparatorluğu’na ait. Doğudaki Limonlu Irmağı üzerindeki Kızılgeçit kaynağından
taşınan su, çok katlı bir kanalla Olba’ya getirilmiş. Olba akropolisine suyu
ileten su kemerinin üzerindeki yazıtta, yapının MS 198-211 yıllarında yapıldığı
belirtiliyor.
Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan başlıca anıtlar
arasında yer alan tiyatro, Roma yönetiminin izlerini taşıyor. Kültürel yapı ve
gündelik yaşamı anlamak için önemli bir fırsat sunan tiyatronun bir kısmı hala
ayakta. Ayrıca kentin dört bir yanına dağılan, farklı tiplerdeki mezarların
oluşturduğu mezarlık alanları, basit kaya mezarları ve lahitlerin yanı sıra
anıtsal yapılardan oluşuyor.
Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından MS 4. yüzyıldan
itibaren kabul edilmesiyle birlikte, dinsel yapıların sayısında da artış yaşanmış.
Kent merkezindeki birçok kilise bu döneme ait.
Olba Antik Kenti’nde görülecek başlıca yerler arasında, Su
Kemeri (Aquaeductus), Anıtsal Çeşme Yapısı (Nymphaeum), Tiyatro, Nekropol
Alanı, Tapınak Mezar, Manastır ve Katedral bulunuyor.
Geçtiğimiz günlerde Olba Antik Kenti’nde üç portreden ve
pelerinli melekten oluşan, 1800 yıllık bir mozaik bulunmuştu. Silifke Müze
Müdürlüğü bahçesine kaldırılan 16 levha halindeki mozaik, iki farklı pano ve
bunları birbirinden ayıran baklava dilimi motiflerinden oluşuyor.
Mozaik panolarından birinde, geometrik süslemeler arasında
birer kadın ve ortada bir erkek olmak üzere toplam üç portre yer alıyor.
Tryphe, Bios ve Lucia olarak tanımlanan portrelerin lüks yaşamı sembolize
edilmiş.
Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Örenköy yakınlarındaki Uğuralanı Mahallesi’nde bulunan Olba kenti, Uzuncaburç’a 4 km mesafede yer alıyor.
REFAH ŞEHİTLERİ ANITI
İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye sipariş edilen dört Muhrip, dört Denizaltı, 12 Çıkarma Gemisi, Dört Uçak Filosunu getirmek üzerede Benjamen Benzilay isimli Şirkete ait REFAH GEMİSİ ile Subay, Astsubay, Er ve öğrenciden oluşan 199 kişilik personel 23.06.1941 günü saat 17.30'da Mersin’den Port-Sait’e hareket etmiştir. Beş saat süren bir yolculuktan sonra Karpat Burnu yakınında Gemi torpillenmiş ve kısa bir süre sonra da batmıştır. Faciadan sadece dört deniz, beş hava subayı, 15 Astsubay, beş Er, üç gemi personeli kurtulabilmiştir. 167 kişi şehit olmuştur. Bu Anıt, Ordumuzun en seçme kahraman şehitlerinin anısına faciadan 31 yıl sonra 1972 yılında Atatürk Parkı’na konulmuştur. Faciaya sebep olan ülke hala meçhuldür. Almanlar İngilizleri, İngilizler Almanları suçlamışlar, bu arada Fransa’da suçlanmıştır. Ancak bir İtalyan Denizaltı Kumandanı bir gemi batırdığını üstlerine rapor etmiştir. Verdiği raporda belirttiği gün ve saat Refahın battığı zamana uymakta ise de bu da kesinlik kazanmamıştır. JAPONYA’DA “TÜRK ŞEHİTLERİ” ANITI Japonya’nın Kushimoto kentinde Türk şehitleri için dikilmiş bir anıt vardır. Bu anıtın kardeşi de Mersin’deki “Refah Şehitleri” anıtıdır. Anıtın hikayesi şöyledir: 2. Abdülhamit, Japonya ile diplomatik ilişkileri geliştir¬mek için Amiral Osman Paşa kumandasındaki “Ertuğrul” harp gemisini Japonya’ya ziyarete göndermişti. Ziyaret gayet olumlu geçmiş ve gemi İstanbul’a dönmek üzere hareket ettiğinde 16.9.1890 günü öğleden sonra çıkan ani bir tayfun sonucu kayalara çarparak batmıştır. 581 Türk gemicisi şehit olmuştur. Japon İmparatoru Showa olayın vuku bulduğu mahalde bir anıt yapılmasını emretmiş ve 1937 yılında da bu anıt dikilmiştir.
ROMA YOLU VE KİLİKYA ZAFER TAKI
Roma yolu yüksek bir yerde olup,buradan Tarsus ve civarı sahile kadar görülebilmektedir.Yolun genişliği yaklaşık üç metredir.3 km.'lik kısmı sağlam durumdadır.Yolun her iki tarafında bulunan korkuluk duvarı yol boyunca devam etmektedir.Yol güzergâhı üzerinde,Roma ve Bizans devirlerine ait mezarlar ve yolla ilgili kitabeler bulunmaktadır.Roma yolu üzerinde kemerli bir yapı vardır.Bu kapının zafer takı ve kilikya sınırlarının başlangıç yeri olduğu veya sınır kapısı olarak yapıldığı tahmin edilmektedir.Tek sıra kesme taştan yapılan kapının genişliği 8.80 m.,yüksekliği ise 5.20 m'.dir.
SİLİFKE KALESİ
Temel tespitlere göre Helenistik veya erken Roma dönemine
ait olduğu anlaşılan kale, geçirdiği onarım ve değişiklikler sonucu bugün bir
Ortaçağ görünümündedir. Silifke'ye hakim, 185m yüksekliğinde bir tepe üzerinde
yapılmış olan, etrafı kuru hendekle çevrili oval biçimdeki kalenin içinde
kemerli galeriler, su sarnıçları, depolar ve diğer yapı kalıntıları
bulunmaktadır.
SOLİ POMPEİPOLİS
M.Ö. 6. yüzyıl ortalarından başlayan ve Büyük İskender’e
kadar süren Anadolu’daki Pers egemenliği Soli için de geçerlidir. Ancak M.Ö. 5.
yüzyılda kentte sikke basılması kentin bir ölçüde özerkliğini koruduğunu
yansıtır. Soli liman kenti, Hellenistik dönemde Seleukos egemenliği altındayken
parlak bir dönem yaşar. Seleukos yönetiminin M.Ö. 1. yüzyılda zayıflamaya
başlamasıyla Soli için de zor günler başlar. Armenia Kralı Tigranes, kenti
yağmalatıp, halkını göçe zorlar. Romalı komutan Pompeius’un bölgedeki
karışıklığa bir son vermek için M.Ö. 67’de yaptığı reformlarla dağdaki
korsanların bir bölümü nüfusu azalan Soli’ye yerleştirilir. Grekçe Soloi ile
başlayan, Latince Soli olarak kullanılan kentin adı, bu olaydan sonra Pompeiopolis
(Pompeius’un kenti) olarak değiştirilir. Roma yönetimi ile birlikte kent
yeniden canlılığa kavuşur. Roma imparatoru Hadrianus M.S. 130’da Anadolu’ya
yaptığı gezi sırasında artık Roma’nın bir eyaleti olan Cilicia’ya da gelir ve
Soli’deki liman çalışmalarına parasal destek verir. Soli, Hıristiyanlık
döneminde bir piskoposluk merkezidir. Ancak 525’te büyük bir depremle zarar
görür ve 7. yüzyılda da Arap akınlarıyla karşı karşıya kalır. Günümüze
ulaşmamakla birlikte 19. yüzyılda Soli’ye gelen Avrupalı gezginler, kentte
tiyatro, tapınak, hamam gibi yapıların ve nekropolis’in bulunduğundan söz
ederler. Sütunlu Cadde: Bugün caddede toplam 33 sütun ayaktadır. Bunlardan 4’ü
batı 29’u doğu sütun dizisine aittir. Korinth düzenindeki sütun başlıklarından
bazıları figürlüdür. Ayrıca bazı sütunların üzerindeki yazıtlardan, caddeye
bakan konsollarının Roma imparator ya da üst düzey yöneticilerinin büstlerini
taşıdığı anlaşılmaktadır. Soli Höyük: Höyük yaklaşık 22 metre yüksekliğinde ve
300 metre çapındadır. Tepe üzerinde yapılan yüzey araştırmalarında Erken Demir
Dönemi’nden, Roma Dönemi’ne kadar tarihlenen keramik parçaları bulunmuştur.
Antik Liman: Kalıntılarının bir bölümü bugün de görülebilen liman, birbirinden
200 m. aralıklarla düzenlenmiş iki dalgakırandan oluşmaktadır. Bunlardan
batıdaki daha iyi korunmuştur. Büyük kalker blokların, demir perçinlerle
tutturulduklarını gösteren izler halen görülebilmektedir. Batıdaki dalgakıranın
batısı kum yığıntısı ile dolmuştur. Yapılan ölçümlere göre korunmuş olan
uzunluğu 160 m., eni ise 23m. dir. Yapı malzemesi olarak kullanılan kalker
taşların yaklaşık olarak uzunluğu 160 cm., eni 60 cm. ve derinliği 60 cm.’dir.
Doğudaki dalgakıranın çok azı kaldığı için ancak 40 m. kadarı ölçülebilmiştir.
Antik döneme ait liman kalıntısı gözle görülebilen ender ören yerlerinden
birisidir. Çünkü bu bölgedeki limanlar daha çok doğal konumları itibarı ile
kullanılmışlardır.
ST. PAUL KUYUSU
Eski Tarsus evlerinin yoğun olduğu bölgede, öteden beri St.
Paul'un evinin yeri olarak kabul edilen bir avluda bulunan kuyu, St.Paul Kuyusu
olarak bilinir. Bu evin bahçesinde yakın zamana kadar yapılan küçük bir kazı
çalışmasında bazı duvarlar ortaya çıkarılmıştır. St.Paulus'un Hıristyanlık için
önemine bağlı olarak, bu kalıntıların ve kuyunun çok eskiden beri kutsal
sayılması, kentte yakın zamana kadar yaşayan Hıristiyan cemaatinin inancının
izleri olarak yorumlanmaktadır. Halen çevre düzenlemesi ve çevre istimlakleri
yapılmış olan kuyunun çapı 1.15 m.dir. Ağız taşının silindir biçiminde olmasına
karşın, asıl kuyu gövdesi kare biçimindedir ve dörtgen kesme taşlarla
yapılmıştır. Derinliği 38 m olan kuyunun suyu yaz- kış hiç eksilmez. Kudüs'e
hacı olmak için yöreden geçen Hristiyanlarca kutsal sayılan bu kuyu suyundan
içilir. Bunun yanı sıra yapılan kazı çalışmalarında St.Paulus'un doğduğu ev
olarak tahmin edilen evin taş duvarları St.Paul Kuyusunun hemen yanında gün
ışığına çıkarılmıştır.
ŞAHMERAN HAMAMI
Tarsus Kızılmurat Mahallesinde Yeni Vakıf İşhanı'nın yanında
yer almaktadır. Romalılardan kalma bir hamam temeli üzerine Ramazanoğulları
tarafından yapıldığı söylenir.
Roma döneminden kalan hamam Altından Geçme'nin uzantısı,
Eski Hamam'ın olduğu yere kadar uzanır. Kapının yanındaki kitabede H. 1290, M.
1873 yılında onarım gördüğü yazılıdır. Mahmut paşa Vakfı olarak bilinir.
Restore edilerek halkımızın hizmetine sunulmuştur.
Efsanevi Yılanlar Padişahı Şahmeran'ın burada kesildiğine ve
kanının bu hamamın duvarlarına sıçradığına inanıldığından "Şahmeran
Hamamı" da denir.
Plan şeması dört eyvanlı tipe giren Eski Hamam, yapılan
değişikliklerle eski durumunu kaybetmiş, sıcaklık ve havlet kısımlarından
oluşmuştur. Halk arasında şahmeran olarak bilinen Hamam, kuzey güney arkasında
olup, dikdörtgen plan ihtiva etmektedir. Duvarları moloz taştan inşa edilen
yapı genel olarak Türk hamamı özelliklerin göstermektedir. Soyunma yeri,
ılıklık, sıcaklık ve külhan bölümünün üzeri kubbe ile örtülüdür. Ayrıca 10
ahşap loca ve ortada sonradan betonla çevrilmiş bir havuz vardır.
Binlerce yıl önce yedi katlı yeraltında Tarsus'ta yaşayan
yılanlar vardı. Meran adı verilen bu yılanlar, gerçekten akıllı ve şefkatli
idi. Onlar barış içinde yaşarlardı. Meranların kraliçesine Şahmeran denirdi. O
genç ve güzel bir kadındı.
Efsaneye göre, Sahmeranı gören ilk insan Cemşab oldu. O,
geçimi için odun satan fakir bir ailenin oğluydu. Bir gün Cemşab ve arkadaşları
bal dolu bir mağara keşfederler. Balı çıkarmak için Cemşab'ı aşağıya indiren
arkadaşları, paylarına daha çok bal düşmesi için onu orada bırakıp kaçarlar.
Cemşab mağarada bir delik görür ve buradan ışık sızdığını farkeder. Cebindeki
bıçak ile deliği büyütünce, ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye girer. Bu
bahçede eşi benzeri olmayan çiçekler ve bir havuz ile pek çok yılan görür.
Havuzun başındaki tahtta süt beyaz vücutlu bir yılan oturmaktadır. Şahmeran'ın
güvenini kazanan Cemşab uzun yıllar bu bahçede yaşar. Yıllar sonra, ailesini
çok özlediğini söyleyip gitmek için yalvarır. Bunun üzerine Şahmeran da
kendisini salıvereceğini, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine dair söz
vermesini ister. Şahmeran'a söz verip ailesine kavuşan Cemşab uzun yıllar
verdiği sözde durarak Şahmeran'ın yerini kimseye söylememiş.
Bir gün ülkenin padişahı hastalanmış. Vezir, hastalığın
çaresinin Şahmeran'ın etini yemek olduğunu söylemiş ve her yere haber salınmış.
Cemşab kuyunun yerini gösterince Şahmeran bulunup dışarı çıkarılmış. Şahmeran
Cemşab'a "Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu Vezire içir, etimi de
Padişaha yedir" demiş. Böylece Vezir ölmüş Padişah da iyileşip Cemşab'ı
veziri yapmış. Efsaneye göre Şahmeran'ın öldürüldüğünü yılanlar o günden beri
bilmemektedirler.
Tarsus'un, Şahmeran'ın öldürüldüğünü öğrenen yılanlar tarafından bir gün istila edileceği rivayet edilir.
TARSUS ŞELALESi
Mersin’in doğusunda bulunan ve Berdan Nehrinin oluşturduğu
şelale görmeye değer bir güzelliğe sahip. Yaklaşık 5 metreden çok güçlü bir
debiyle dökülen şelale
Tarsus Çayı veya Eski Çağ’da Kydnos Çayı da denilen nehre
Abbasi Arapları tarafından “soğuk su” anlamına gelen El Baradan adı verilmiş,
bu da zamanla Berdan olarak değişmiş. Berdan Nehri’nde yaklaşık 5 metre
yükseklikten akan şelale, Tarsus’a uzaklığı yaklaşık 2 km.
Tarsus Çayı yaklaşık 142 km uzunluğunda. Bolkar Dağları’ndan
doğan kaynaklarla beslenen çay Çukurova Deltasının ortaya çıkmasında önemli rol
oynuyor. Çukurova’dan sonra Akdeniz’e dökülen bu nehir Tarsus’un kurulmasında
önemli bir etken olmuş.
Şehri su basmaması için nehrin yatağı değiştirilince Tarsus
Şelalesi oluşmuş. Tarihte Bizans İmparatoru Jüstinyen zamanında Toros
Dağlarındaki karlar erimiş ve Tarsus Çayı’nın taşmasıyla şehirde büyük zarara
neden olmuş, köprüler yıkılmış, insanlar ölmüş. Selden tekrar zarar görülmemesi
için Tarsus Çayı’nın yatağı değiştirilmiş.
Jüstünyen’den önce Roma döneminde nehrin bu yeni yatağındaki
kolayca oyulup şekillendirilebildiğinden nekropol (mezarlık) olarak
kullanılıyordu. Tarsus Çayı’nın yeni yatağında bu Roma döneminden kalma kaya
mezarları kayalar yumuşak olduğundan suyun akıntısına dayanamayarak çoğunlukla
tahrip olmuş durumda.
Yine de yaz aylarında, sular çekildiği zaman giderseniz Roma
kaya mezarlarını görmek mümkün.
Şelaleyi besleyen kaynaklar Toroslardan şelaleye çabuk
ulaştığından nehrin yaz aylarında bile sürekli soğuk kalmasını sağlıyor. Bu
yüzden bunaltıcı sıcak aylarında çevrede yaşayanların ilgisini çekiyor.
Özellikle debisinin en yüksek olduğu ilkbahar aylarında çağlayanı ile gün doğumunda ve gün batımında muhteşem manzaralar sunuyor bu şelale.
TEKİR AMBARI (TEFUR
AMBARI) SARNICI
Tekir Ambarı veya Tefur Ambarı olarak bilinen tarihi su
deposu Silifke Kalesi’nin bulunduğu tepenin alt kısmında yer alıyor.
Bizanslılardan kalma bu su sarnıcı 46 m uzunluğunda, 23 m derinliğinde ve 14 m
genişliğinde.
sarnıç 10.000 m3 kapasiteye sahip. Sarnıç o kadar geniş ki
Silifke’nin su ihtiyacını karşılamak amacıyla antik dönemde açılan Taşdöşeme su
yolunun ihtiyacı karşılayamaması üzerine açılan Bahçebaşı su yolundan
beslenmeye başlıyor.
Anadolu sarnıç mimarisinde örneği az görülen Tekir Ambarı su sarnıcının tüm duvarları su sızmasını önlemek ve ayrıca anıtsal bir özellik vermek için düzgün kesme taşlarla desteklenmiş, uzun kenarında 8, kısa kenarında 5 yuvarlak kemerli niş oluşturulmuş. Mevcut anakayanın oyulmasıyla oluşturulan sarnıca güneydoğu tarafındaki helezonik taş bir merdivenle iniliyor.
UZUNCABURÇ
Mersin’in en önemli ve en iyi korunmuş tarihi kalıntıları Silifke’nin 30 km kuzeyindeki Uzuncaburç beldesindedir. Helenistik çağda merkezi Uzuncaburç’un 4 km doğusundaki (Ura) OlbaKrallığı’nın ibadet yeri olan bugünkü Uzuncaburç yerleşim yeri, Roma döneminde, İ.S. 72 yılında İmparator Vespasianus zamanında Olba’dan ayrılarak Diocaesarea (Tanrı-İmparator Kenti) adıyla özerk, kendi adına para basabilen yeni bir site durumuna getirilmiştir. Diocaesarea’daki Zeus Tapınağı, burç ve piramit çatılı anıtmezar Selefkoslar, yani Helenistik; sütunlu cadde, tiyatro, tören kapısı, çeşme, Şans Tapınağı ve Zafer Kapısı Roma döneminden kalma yapılardır.
ÜÇ GÜZELLER MOZAİK
Silifke’ye bağlı şirin koy Narlıkuyu’da köy meydanında
bulunan Poimenious’un Hamamı ve tabanındaki mozaik koruma altına alınarak tek
katlı küçük bir mozaik müzesine dönüştürülmüş. Müzede Roma devri ile ilgili çok
renkli mozaik levhalar, tablolar ve figürler de bulunuyor.
Hamamın yıkanma bölümünde, beyaz, siyah, kahverengi ve sarı
renklerde olan mozaikte antik dönemin baş tanrısı Zeus’un kızları Aglaia,
Euphrosyne ve Thalia yöreye özgü kumru ve keklik kuşları ile birlikte çıplak
bir şekilde dans ederken tasvir edilmiş.
GEZENDE KANYONU YER KÖPRÜ ŞELALESİ
Türkiye’de koruma altına alınan 8 ayrı tabiat parçasından biri olma
özelliğini taşıyan Mersin’in Mut ilçesindeki Yerköprü Şelalesi, ‘Tabiat Anıtı’
olarak tescilli. İlçe merkezine 35 km uzaklıktaki bu doğa harikası, Göksu
Nehri’ni besleyen Ermenek çayının uzun yıllar boyu süren topraktaki aşındırma
etkisi sonucu oluşmuş ve derin bir vadi meydana gelmiş. Şelalenin döküldüğü kısmın
arka tarafında bir mağara ve suyu oldukça berrak bir göl bulunuyor. 250 metre
uzunluğundaki doğal su tüneli de görülmeye değer. Yerköprü Şelalesi özellikle
Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında ziyaret edilebilir.
Gezende kanyonu, Mersin'de gezip görülmesi gereken tabiatla
baş başa kalabileceğiniz bir kanyondur.
Gezende Kanyonuna Gezende Barajından aşağı vadi içine
girilerek ulaşılır, kanyon Yer köprü şelalesine kadar devam eder, Kanyon içinde
küçük göletler, şekilli ve sarp kayalar bulunmaktadır.
YUMUKTEPE HÖYÜĞÜ
Günümüzde Yumuktepe Höyüğü, Mersin il merkezinin kuzeyinde,
üç yönden Demirtaş Mahallesiyle, bir taraftan da Müftü (Efrenk, Soğuksu )
deresi tarafından çevrilen bir noktada yer alır.
Höyük nedir? Arkeoloji (Eski Yunanca arkhaios: Eski, logos:
Bilim anlamındadır.) terimi olarak höyük,
eski zamanlardan beri üst üste gelen şehir kalıntılarından
meydana gelen tepe anlamında kullanılır. Oluşumlarının ana nedeni bu
yerleşmelerin kerpiçten yapılmış oluşudur. Yıkılan her yapı katmanı zeminde hafif
bir yükselmeye neden olur. Yağmur miktarı bunu hızla taşıyıp düzleştirecek
düzeyde olmadığı için yerleşme katlan üst üste yığılarak bir tepe oluşturur.
Höyükler genellikle yassı biçimli tepelerdir.
Çukurova’nın batı ucunda denize çok yakın uzaklıkta bu höyüğün
bağrında sakladığı uygarlıkların kalıntıları şimdi müzelerin vitrinlerini
süslemektedir. Bu kalıntılar Anadolu’nun en eski kentlerinden biri olan
Mersin’in bu özelliğini kanıtlayan maddi belgelerdir.
Bu eşsiz malzemeler İngiliz arkeoloğu John Garstang’ın
Yumuktepe’de yaptığı kazılarda ortaya çıkarılmış, bilim ve kültür dünyasına
tanıtılmıştır.
Höyükte ilk kazılar 1937 yılında başlamış kesintilerle 1949
yılında tamamlanmıştır. Bu ilk kazılarda höyüğün tam yüksekliği 25 metredir.
Müftü deresine bakan yamaçlarda 33 yerleşme katı (tabaka) saptanmıştır.